Sıradan bir iş gününe benziyordu. Kulakları, her zamanki gibi etrafındaki insanların klavye takırtıları ve telefon sesleriyle uğulduyordu. Kafasını kaldırıp etrafına baktı. Küçük bir ofis... Karmaşık ve düzensiz yaklaşık on kadar masa. Bütün çalışanlara göz gezdirdi. Evet, gerçekten aynılardı. Hepsi beyaz bir gömlek giyip, saçma renklerde kravat takıyorlardı. Sanki hepsi birbirinin tekrarı gibiydi. Konuşma tonları, bakışları, yürüyüşleri bile birbirine benziyordu ve en önemlisi, gelirken duygularını evde bırakmış gibiydiler. Aslında onların da kendi dünyaları vardı. Kimisinin sevdiği, kimisinin çocukları, kimisinin geçindirmek zorunda olduğu ailesi vardı... Peki, bu insanlar kendi dünyalarından çıkıp geldiği halde nasıl oluyordu da burada aynı insana dönüşüyorlardı? Cep telefonun titreşimi, tüm bu düşüncelerden sıyrılmasını sağladı ve telefonu usulca kulağına götürdü... Telefonu kapattıktan sonra başını ellerinin arasına alıp bir müddet bekledi. Az önce telefondan aldığı haberi tekrar düşündü. Arayan bir polis memuruydu. Az evvel eşi trafik kazası geçirmişti. Yoldan karşıya geçerken, arabanın çarpması sonucunda hastaneye kaldırılmış ve durumu ağırdı. Hayatında en çok değer verdiği insan, biricik eşi... Kravatını çıkarttı, gömleğinin bir düğmesini açtı ve derin bir nefes aldı. Kafasını kaldırıp tekrar aynı insanlara baktı. İşte hepsi bıraktığı gibiydi. Az önce aldığı haber sonrası dünyası başına yıkılmıştı fakat insanlar aynıydı. Onlar sıradan hayatlarına devam ediyorlardı. Ceketini alıp hemen hastane yolunu tuttu. Bir taksi durdurdu ve arka koltuğa geçti. Kalabalık bir caddeden geçerken gözü dışarıdaki insan topluluğuna takıldı. Hepsi bir yerlerden geliyor bir yerlere gidiyordu. Acaba kaçı kendisi gibi hastaneye gidiyordu? Ya da kaçı aldatılmıştı? Kaçının borcu vardı, kaçı kirayı ödeyemiyordu? Alınmasına da gerek yoktu çünkü hepsinin kendi dertleri vardı. Fakat taksinin camından baktığı zaman hepsi aynı insanlardı. Aynı dünyada yaşıyorlardı ama herkes kendi dünyasındaydı. Hastane önünde taksiden indi. Hastanenin kapısında biraz durdu. İçinde bir boşluk vardı. Daha doğrusu hissizlik hissediyordu. Telefondan haberi aldığı an sanki ruhu bedeninden çıkıp gitmişti. İçi havayla şişirilmiş canlı bir balon gibi hastane merdivenlerini çıktı. Her basamak, sanki yalnızlığa ve hissizliğe giden bir yol gibi geliyordu ona. Girişte iki hemşirenin gülüşüp bir şeyler konuştuğunu gördü. Hemşirelere neydi ki onun derdinden. Görevliden, eşinin ameliyathanede olduğunu öğrendi ve ameliyathaneye çıkan merdivenleri ağır ağır çıktı. Bir şey hissetmiyordu işte. Böyle bir şeyin olacağı aklının ucundan bile geçmezdi ve inanmak istemiyordu. Ağlamak istiyordu ama içi boştu, ve boşluktan göz yaşı çıkmazdı... Şimdi de başı iki eli arasında, dizinin üstüne çökmüş ameliyathane kapısında bekliyordu. İçeride eşi yatıyordu ve yaşam mücadelesi veriyordu. Aralarında sadece bir kapı vardı ama birbirlerine ne kadar da uzaklardı. Kafasını kaldırdı ve karşı duvarda, elini ağzına götürmüş bir hemşire resmi gördü. Hemşire sus diyordu ona. Aslında onun içindeki çığlığa sus diyordu. Resimdeki hemşire bu pozu verirken hiç düşünmüş müydü, bir gün bir adamın ameliyathane kapısında, eşi ölüm kalım mücadelesi verirken kendisini seyredeceğini? Hemşirenin umrunda mıydı ki kendini seyreden adamın eşi? Ameliyathane kapısının açılmasıyla tüm bu düşüncelerden sıyrıldı. Kapıdan çıkan doktorun çok duygusuz bir yüz ifadesi vardı ama üzgün gibi görünmeye çalışıyordu. Doktorun dudaklarından dökülen bir cümle... Tek bir cümle yetebiliyordu insanın hayatını değiştirmeye. Üstelik bu tek cümleyi söyleyen doktorun hayatında bir değişiklik olmadan... Ertesi gün mezarı başında oturuyordu eşinin. Dün sabah evinden çıkarken eşini son kez göreceğini nerden bilebilirdi ki. Hissettiği tek şey hissizlikti. Sanki içinde kocaman bir boşluk oluşmuştu ve biriktirdiği bütün anıları, duyguları, hisleri o boşluğa düşürmüştü. Elindeki bir demet gülü eşinin mezarı başına bıraktı. Gelirken çiçekçiden aldığı bu gülleri eşinin mezarına götüreceğinden, çiçekçinin haberi bile yoktu. Onun dünyası kararmıştı ama herkes hayatına olduğu yerden devam ediyordu. Bu hayatta yalnızdı işte, bunu kabul etmeliydi. Birden ayağı kalktı ve etrafına baktı. Bütün mezarlar, insanlar gibi birbirine benziyordu. Tıpkı bütün insanların kendi dünyalarının üstünü örttüğü bir yorgan gibi, bütün mezarların üstü topraktı. Aynı insanların etrafına ördüğü duvar gibi mezarların etrafını da soğuk mermerler dolaşıyordu. Tüm bunlar bir yana, bu dünyaya yalnız gelip bu kadar kalabalık içinde yalnız yaşayan ve buradan yalnız başına, yalnızlığa ayrılan bu toprak altındakiler onun eşine en azından bir hoşgeldin demişler miydi?
Bu incelemeyi Kafkaokur'un farklı, yaklaşık 10 dergisini okuduktan sonra yazıyorum. Dolayısıyla yazdıklarım derginin sadece bu sayısı adına değil, dergi hakkında genel bir incelemedir. 2021 yılında çokça edebiyat dergisi okuma hedefimin başlangıç dergisidir Kafkaokur. Kapaklarındaki sanatçıları anlatan yazıları gerçekten özenle hazırlanmış. Hakkını yiyemem. Kimi sayısını severek okudum, kimi sayısında vakit öldürdüm. Derginin editörü bir blog yazarı ve Kafka hayranıymış. Yayın hayatına büyük bir hevesle başladıkları belli. İlk sayılarıyla güzelde bir çıkış yakaladıktan sonra belli bir kitleye hitap etmeyi başarmışlar. Şimdi de pazarlama teknikleriyle dergiyi ayakta tuttuklarını düşünüyorum: Kapaktan sanatçıyı sakın kaldırma! Bundan birazdan bahsedeceğim. Derginin ilk sayıları -kim ne derse desin- gerçekten tatmin edici. Fakat sayılar ilerledikçe iş farklı bir boyuta ulaşmış: Derginin editörleri hayâllerini gerçekleştirdikten sonra iş ticarete mi döndü, monotonluğa mı sardı yoksa ...
Emeğinize, yüreğinize sağlık. Çok güzel kurgulanmış bir öykü olmuş. :) İnsanların sıradan gibi görünen gündelik hayatlarını, içinde ne dertlerin olduğunu okura güzel yansıtmışsınız.
YanıtlaSil